28 Kasım 2011 Pazartesi

ADALET AĞAOĞLU- ÖLMEYE YATMAK ROMANI

ADALET AĞAOĞLU- ÖLMEYE YATMAK ROMANI

 Bilindiği üzere dar zamanlar serisi üç kitaptan oluşuyor. Ölmeye Yatmak bu serinin birinci kitabıdır. Ben bu seriye ikinci kitap olan Bir Düğün Gecesi romanı ile başladım. Son olarak da söz konusu kitap olan Ölmeye Yatmak romanını okudum. Her şey bir müsamere ile başlıyor. Daha doğrusu şöyle demek lazım: Her şey Cumhuriyet dönemi Türkiye'sinde yeniliklerin yerleşmeye başladığı, insanların çağdaş dünyaya ayak uydurma ile kendi geleneksel ve tutucu hayatları arasında dengeyi sağlamaya çalıştığı bir dönemde bir ilçe okulunda Dündar Öğretmen'in öğrencileri ile birlikte hazırladığı modern bir müsamere gösterisi ile başlıyor. Erkeklerin yüzlerine bile bakamayan kız çocukları o gece birer çiçek oluyor ve arıların(erkek öğrencilerin) gelip çiçeklere konmasını bekliyorlar. Bir esnafın kızı olan Aysel de bu kızlardan biri. Her ne kadar babası bu durumdan memnun olmasa da üst makamların baskısı toplum baskısını yeniyor ve kızına izin vermek zorunda kalıyor. bu çocukların içlerinde kimler yok ki. Babasız Ali, Kaymakamın oğlu, Aysel ve daha ilçenin birçok çocuğu. İnsanlar hala yeni dünyanın ve yeni ülkenin getirdiklerine ayak uyduramamış. yine o isimsiz zorunluluk onların davranışlarını şekillendiriyor. Aysel bunları bize, intihar etmek için girdiği bir otel odasından aktarıyor. Geriye dönüşlerle o "dar zaman" olabildiğince genişletiliyor yine. Sonra bu çocuklar ilköğretimi bitirip Ankara'ya, İstanbul'a Bursa'ya okumaya gidiyorlar. Aysel okumak için ailesine karşı büyük bir mücadele veriyor. Bir taraftan da 2. Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında yaşanan ekonomik sıkıntılar tüm çıplaklığı ile ortaya konuyor.Aysel tam da okumaktan ümidi kesmişken, hakkında çıkan bir dedi kodu ona yüksek okulun kapılarını açıyor. Ülkedeki siyasi atmosfer de sert çizgilerle ayrılmış bir kutuplaşmaya doğru gidiyor. Yasaklı yayınlar çoğalıyor. Öğrenciler sürekli bir sürtüşme içinde. Yetmişli ve seksenli yılların kanlı gömleklerini birileri yavaş yavaş üzerine geçiriyor. 2. Dünya savaşı sırasındaki Alman hayranlığı savaşın seyrine göre yerini Amerika ve BM hayranlığına bırakıyor. Öyle ki öğrenciler "6 Ok" rozetini çıkarıp yerine BM rozeti takarak yapıyorlar artık mitinglerini. Aysel giderek yükseliyor. Avrupa'ya gidiyor, akademisyen oluyor, Ömer ile evleniyor, öğrencisi Engin ile ilişkiye giriyor, yıllar sonra ikici defa kızlık zarı yırtılıyor... Aysel toplumun kadın üzerindeki görüşlerini şekillendiren davranış ve durumları yargılıyor... Sağ-sol çatışması denilen yakın tarihimiz kontrolden çıkmaya başlıyor... Arıların kimisi asker oluyor, kimisi Ankara'da iktidar yalakası, kimisi TRT'de elektrik teknisyeni... Çiçekler ise ev kadını, hemşire, akademisyen... Aysel ölmeye yatmakla, çıkıp gitmek arasında bocalıyor. Aynı toplumun otuz kırk yıl boyunca bocalaması gibi. Olmayacak. Aysel bir nisan sabahına doğru çıkıp gidiyor. Her şey 07.22'de başlamıştı,08.49'da sona eriyor.

Eserde Adalet Ağaoğlu şiirsel söyleyişini devam ettiriyor. Özellikle ruhsal tahliller oldukça etkileyici. Bilinç akımı tekniği sık sık ve oldukça uzun soluklu olarak okuyucunun yolunu kesiyor. Başarısı tartışılmaz bir roman. Cumhuriyet dönemi ve otuz kırk yıl sonrasının toplumsal ve ekonomik atmosferi kişiler üzerinden başarılı bir şekilde aktarılmıştır. Oldukça başarılı bir kitaptır ancak dar zamanlar serisini kendi içinde mukayese edecek olursak ben Bir Düğün Gecesi diyorum.

Kitaptan alıntılar:

sayfa-57 "Yalnızız. Çoğalana dek birlikte olmalı..."

sayfa-182 "Gördüğüm gökyüzü bu kapının üstündeki gökyüzü işte. O da donumun yaması kadar bir şey"

sayfa-468 "Bunca yorgunluktan sonra birbirimiz için yok olamayız. dese... Gelecekte inanmak için birbirimize, güvenmek için... deyip veriverse leylak dalını.

Adalet Ağaoğlu- Ölmeye Yatmak- İş Bankası, Kültür Yayınları- 24. Baskı


Beytullah Kılıç

27 Şubat 2011 Pazar

BİRKAÇ GÜZEL SÖZ

"Toprağın bir parçası olmak ve bir çiçeği beslediğini bilmek güzel."
 Katherine Susannah Prichard

"Eğer Tanrı varsa, bana özellikle acımasız davrandı."

Taylor Caldwell

"Boş bir kağıt, Tanrı'nın bize Tanrı olmanın ne kadar zor olduğunu anlatma yoludur."
Sidney Sheldon

"Beni Seine Nehri'ne götür, küçük balıklara dönüşene ve birbirimizi yeniden tanıyana kadar bakalım sularına."
 İngeborg Bachman

"Bak işte Tanrılar'dan belli/ iyi bir şey olsaydı ölüm/ önce Tanrılar ölmez miydi?"
Sappho

"büyük hakikatler iman edilmek için değil, eleştirilmek için vardır."
Nietzsche

"Yıllar sevmek için soğuk olmaya başladı."
Alfred de Vigny

"Şu aşk denen komedyada bizler sırasıyla ya fazla sevilen, ya da eksik sevilen rolünü oynuyoruz."
Andre Maurois

""Büyük macera ölüm değil, yaşamdır."
Sherwood anderson

"Bir erkeğin kütüphanesi bir tür haremdir".
Ralph waldo Emerson

"Düş kurmak, akıllı uslu insanların intihar etme şeklidir"
Karen Blixen

Aşk bir kum saati gibidir kalp dolarken beyin boşalır.
Jules Renard

Ölüm yokmuş gibi yaşamalı, yaşamamış gibi ölmeli insan.
Oscar Wilde





6 Şubat 2011 Pazar

A.TURAN OFLAZOĞLU-IV. MURAT

A.TURAN OFLAZOĞLU-IV. MURAT

sayfa-27
Doruğu fazla seyreden tırmanamaz dağa.

sayfa-37
Ülkem, asıl gövdem, ölümcül hasta.
Ancak onu kurtardığım ölçüde
Kurabilirim ben sağlığımı.

sayfa-115
Tedbir bunlar şair, tedbir!
Dünyayı yutup sindirmeyeni
Yutup sindirir Dünya

sayfa-124
İstiridye, kendini korumak için
İnci salgısıyla kaplar
İçine giren kum tanesini.

ZÜLFÜ LİVANELİ-MUTLULUK

ZÜLFÜ LİVANELİ-MUTLULUK

sayfa-244
Zenginlik vardı bu ülkede ama elit zevk ve birikim yoktu.

sayfa-119
Yükseklik korkusu olan insanların Boğaz Köprüsü'nden kendilerini atmaları ve tepede durdukları an kendilerine son derece çekici gelen derinlikler pek de anlaşılmaz bir şey değildi demek ki.

sayfa-155
Yine kitap kurdu yanı depreşti ve " Ey şişelenmiş şiir!" dedi. Baudelaire'e bir selam yollamıştı.

sayfa-244
Türkiye'nin burjuvası, tam anlamıyla burjuva olamamıştı çünkü para kazandığı zaman ona yol gösterecek, zevklerini inceltecek ve yaşam kültürünü öğretecek bir aristokrasi yoktu önünde.

29 Ocak 2011 Cumartesi

NİETZSCHE AĞLADIĞINDA(Irvin Yalom)

NİETZSCHE AĞLADIĞINDA

 Kitabın konusu 19. yüzyılda Viyana'da geçmektedir. kitabın başlıca karakterleri Nietzsche, ünlü  bir psikiyatr olan Breuer, henüz gençlik döneminde ve kariyerinin başında olan Freud ve çekici ve güzel bir kadın olan Salome'dir. O dönemde yaşayan ancak birbirleri ile karşılaşmayan bu ünlü kişiler yakın dönem Varoluşçu felsefenin en büyük temsilcilerinden olan Irvin Yalom'un  usta kaleminde kendilerini mükemmel bir kurgunun içinde bulurlar. kitap felsefe, psikoloji ve edebiyatın bir arada yoğrulduğu ve çok başarılı bir şekilde işlendiği sıra dışı bir eser. Nietzsche içinde bulunduğu yüzyılda Avrupa'nın durumu karşısında ümitsizliğe düşmüştür. Güzel bir kadın olan Salome Nietzsche'yi bu ümitsizliğinden kurtarması için dönemin en ünlü psikiyatristi olan Breuer'den yardım ister. Kadının bu güzelliği karşısında büyülenen Breuer onu bir daha görebilmek için bu isteğini kabul eder. Kitabın bundan sonraki bölümlerinde Nietzsche ve Breuer kendi varoluşlarını sorgulamaya başlamışlarsır. Breuer hastası Nietzsche'yi tedavi etmeye çalışırken çıkmaza girdiği zamanlarda henüz çok genç olan Freud'dan yardımlar alır. Nietzsche'nin migreni vardır ve Breuer Nietzsche'ye farkettirmeden onun migrenini tedavi etmeye çalıştığını söyler. Breuer Nietzsche'ye kendisinin de umutsuzluğa düştüğünü söyleyerek Nietzsche 'den bunu tedavi etmesini ister. yani onu kendi silahı ile sinsice vurur. Breuer'in durumu da aslında söylediği yalandan farklı değiildir. kendi varoluşsal sorunlarıyla boğuşmaktadır. Bundan sonra bu tedavi sürecinde Nietzsche ve Breuer karşılarındaki insanı tedavi etmeye çalışırken farkına varmadan kendilerini de tedavi etmektedirler. Bu tedavi süreci içerisinde ilerleyen yıllarda psikolojide devrim yaratacak olan pikanaliz ve hipnozun kapıları açılır ve tedavi sürecinde büyük rol oynar. Tabiki tüm bu olaylar edebi bir dille anlatılmaktadır. Eserde rüya yorumları, bilinç, bilinçaltı, bilinçöncesi gibi terimler sık sık kullanılmakta ve bu iki hasta üzerinde bu termlerden yaralanılmaktadır. Breuer ve Nietzsche'nin birbirlerine karşı vermiş oldukları sinir harbi ve ikna karmaşası dikkat çekici niteliktedir. Hem felsefe ve psikoloji açısından didaktik özellikler taşıyan; hem de edebi yönden felsefe psikoloji ve edebiyatın aynı aynı çatı altında toplanmasının en güzel örneği olması açısından mutlaka ounması gereken bir kitaptır.

5 Ocak 2011 Çarşamba

BABAM CAMUS(Catherine Camus)

BABAM CAMUS(Catherine Camus)

Babam, ünlüymüş o meğer, ölene kadar bilmiyordum. Öldüğü zaman anladım. İmrenilecek bir durum değil. Benim için babaydı o. Tuhaf, amma tuhaf şey. Gülüşüne bayılırdım. Başkaları için, Albert Camus bir efsaneydi, baba değil. Bilincinde olmadığım ve babamın bizden uzak tuttuğu şöhret, erkek kardeşimle benim üstümüze düştü ve ezdi bizi. 14 yaşındaydım. Hiç kimse, hiç ama hiç kimse benim acı çekebileceğimi düşünmedi. Annem bile. Darmadağın olmuştu. Babamın ölümünden hemen sonra, Agathe’ı, küçükken babamın bana verdiği dişi kediyi ameliyat ettirmek gerektiğini söyledi bana. Babamın şöyle bir şarkı mırıldanışını hâlâ duyar gibiyim: “Agathe, cici kedi, ne güzel patileri...” Sağa sola yavrular dururdu Agathe –bizim evde özgürlük vardı, kedilere bile– yavruları vermeden önce iki ay evde tutardık. Kedi yavrularına bayılırdım. Annem bana “Ne yapacağız bunları? Baban veriyordu. Bizden kimse almaz ki” dedi. Haklıydı. İşte o zaman hayat neymiş anladım. Annem kediyi ameliyat ettirdi.
Okulda babamın mesleği sorulduğu zaman, ben de “yazar” diye yanıt verdiğimde dert oluyordu bu bana. Marangoz bir meslek erbabıdır. Ya yazar? Evde kalıp çalışma masasının başında bir şeyler karalayan adam miskinin teki sayılır... Babamı rahatsız etmememiz beklenirdi. Ama rahatsız ettiğimizde de hiçbir şey demezdi. Oturup kalkmak, yemek yemek ve başkalarına saygı göstermek konusunda hem dikkatliydi hem de ciddi. Annemin ya da anneannemin tokatlarını yeğlerdim fazlasıyla. Onlarlayken, bir aptallık ettiğimde kesilecek faturayı bilirdim. Öderdim, gönül rahatlığıyla sıfırdan başlardım yeniden. Babamlayken ela gözlerinin bir bakışı ve birkaç sözü yeterdi insanın kendini yerin dibine geçmiş hissetmesi için. İlk komünyon ayinimi gerçekleştirmek istediğimi söylediğimde bana Tanrı’ya inandığım için mi yoksa güzel bir elbisem ve hediyelerim olsun diye mi bunu istediğimi sormuştu. İşin sarpa sardığını hemen anladım. “Pek mi parlak bir şey bu sence?” En azından mesele açıktı. Ona göre, başımızı sokacak bir yerimiz ve kitaplarımız varsa, bize gereken her şeyimiz var demekti. Bizim evde lüzumsuz nedir bilinmezdi. Yararlı hediyeler istemek gerekirdi. Noel’de bir okul çantası, güzel bir okul çantası bile çok sevinilecek bir şey değildir. Babamın bana son yaş günü hediyesi bir çalışma masasıydı. Güzel bir masa elbette... Ama ağır hastalanıp yattığımda bana bir pikap hediye etti, Teppaz marka. O kadar tarzımız olmayan bir şeydi ki bu, öleceğime büsbütün inanmıştım.
Anneme yardımcı olan bir hanım vardı. Yataklarımızı yapardık, ayakkabılarımızı cilalardık ve o hanımın emrine amadeydik. Olağandı bu. Babam, dolaylı yoldan, bu hanıma mesleğinden ötürü –temizlikçiydi kadın, babamın annesiyle aynı meslektendi– saygı göstermemizi isterdi. Annesi sağırdı, ne okuma bilirdi ne yazma. Kocası Birinci Dünya Savaşı’nda öldürüldüğünde, yönetim, dedemin kafatasını parçalayan şarapnelin bir parçasını göndermiş ona. Babaannem, çocuklarıyla birlikte, yaşça büyük olan Lucien ve kundaktaki Albert’le, annesinin yanına, Cezayir’de Belcourt mahallesinde yaşamaya dönmüş. Tatlı bir boyun eğişten ibaretti babaannem. Hepsi yoksulmuş, çok yoksul, başka da bir şey düşünmüyorlarmış. Babam bir yerlerde “baskı görenlerin zekâsı aslolana yönelir” diye yazmıştı. Burada aslolan, karın doyurmaya yetecek para bulunup bulunamayacağıdır. Yarın değil, bu akşam. Babam bana büyükannesinden söz ederken nefret ederdim o kadından çünkü sığır sinirinden yapılma bir kamçıyla dövermiş babamı. Babaannem –genellikle sadece hareketlerle kendini ifade eden biriydi– sırf “Kafasına vurma” diyebiliyormuş usulca. Daralmış, kendi içine kapanmış bir dünyaymış bu, dışarıdayken içeride olduğundan daha iyiymiş babam. Belcourt’lu bir oğlanmış o. Arkadaşlarıyla birlikte, barınağın adamı Bay Galoufa’nın iki tekerlekli yük arabasıyla yarışırmış, başıboş köpeklerle kedileri özgürlüğe kavuşturmak için. Mahalledeki herkes gibi, pataouète konuşurmuş. Fransızca onun için büyük bir başarı olmuş. 11 yaşındayken (!) ilkokul sona ermiş: Büyükannesi eve para getirsin diye çalışmasını istemiş. Ama öğretmeni Louis Germain babamı fark etmiş. Onun hakkını savunmuş ve kazanmış: Babam eğitimine devam edecektir böylece. Lisede ilk defa adaletsizliği sezmiş. Başkalarının dünyasıyla kendisininki arasında bulunan uçurumu. Daha sonraları Saint-Germain-des-Prés’de de aynı şey olacaktır. Cüzamlı gibi bakarlar ona. Babam kendini cüzamlı gibi hissetmiyordu ama. Morali tamdı. Ama adaletsizlik yerli yerindeydi, daima. Fotoğraflarda, öğrencilerin çoğunda kocaman kravatlar var. Onda yok. Daha o zamanlarda özgürmüş. Sonraları, “güzellik var, bir de aşılananlar” dediğinde ve “ne güzelliğe ne de aşılananlara sadakatsizlik etmek” istemediğinde, işte o zaman başladı her şey galiba.
17 yaşındayken, kan tükürmeye başlar. Verem. Ölümcül hastalık, utanılası hastalık. O dönemde veremden ölünüyordu, veremliler de vebalıymış gibi görülüyordu. O zamana kadar hiçbir şeye sahip değilmiş babam, yaşıyordur işte. Ona doğal geliyormuş bu. Ama yaşamanın bile pek o kadar garanti olmadığını öğrenir. Michelet sokağında kasap olan, teyzesinin kocası Acault’nun yanına gider çünkü en azından orada iyi et yiyebilecektir. Enişte masondur, evinde bir sürü kitap vardır. Babam o zamana kadar bir evde kitap görmemiştir hiç. Daha sonraları agregasyon sınavına girmesine izin verilmez, hastalığı bulaşıcı diye. 1939’da askere de alınmaz. Roger Nimier’nin yorumu: “Savaşı Camus’nün akciğerleriyle yapmadık...” Nasıl, harika değil mi?
Futbolu bırakmak zorunda kalır. Oysa seviyormuş. Kaleciymiş. Ona “Bastıbacak” diyorlarmış çünkü geç boy atmış. Sablettes plajı vardır hayatında, deniz ve güneş. Ve daha o zamanlar, inanılmaz bir özgürlük duygusu, kadın bedenlerinin, “bağlanma”nın, tiyatronun birbirine karıştığı. Alger républicain gazetesinde sürdürdüğü gazeteciliğin bir de. Daha sonraları şöyle yazacaktır: “Öncelikle, yoksulluk hiçbir zaman bir mutsuzluk kaynağı olmadı benim için: Işık zenginliklerini yayıyordu onun üstüne.” Théodore de Banville’in Gringoire oyununda Olivier le Daim’i oynadığı sırada günde 85 frank kazanıyormuş. Fena sayılmaz! Ders veriyor, meteorolojide çalışıyor, bir de güreşiyormuş, burnunun kırıldığı güne kadar.
23 yaşındayken, ki 1930’ların sömürge toplumunda inanılmaz ölçüde modern gelen bir şey bu, ikisi eşcinsel üç kadınla birlikte ortak bir ev tutar. Bu “Esaslı Ev”in taraçası Cezayir koyuna bakar. Louis Bénisti “Dünyanın Karşısındaki Ev” adıyla resmetmişti evi. Babamın, adını Kierkegaard’dan alan Kirk diye bir köpeği vardır. Yazmaya karar verir. İlk olarak, Tersi ve Yüzü’nü yayınlar, 350 adet basılır yapıt. Kuşkusuz Oran’lı bir hanım arkadaşı aracılığıyla tanışır annem Francine Faure ile, 1937’de. Annem Cezayir’de yüksek matematik öğrenimi yapıyormuş. Piyanistmiş. Baksanıza, nefis bir kadın. Babamla ilk yıllarına ilişkin hiçbir şey anlatmadı bana. Onu hep sevdiğini biliyorum sadece. Babam da onu seviyordu bence. Başka kadınlar, başka aşklar yaşadı. Ama annemi hiç bırakmadı. Sanırım derin bir dostluk ve dayanışma vardı aralarında. Onları kardeş sanıyordu görenler. Annem çok mutlu değildi bence ama bundan bütünüyle babamın sorumlu olduğunu da sanmam. Annem bana birbirlerini hep sevdiklerini ve bu sevginin hiç de vasat bir sevgi olmadığını söylemişti. 1 Kasım 1936’da babam arkadaşı Pascal Pia ile birlikte Alger républicain’i kurar. Ekmek ve de sardalya almak için tam denk gelir bu... “Kabiliye’de Sefalet” başlıklı röportaj dizisini orada yazar. Adaletle, adaletsizliklerle, çeşitli olaylarla ilgilenir. Hoş görülmez. Gazete sansürlenir. İş bulamaz ve Cezayir’den ayrılıp 1940’ta Paris’e gitmek zorunda kalır. Çalıştığı Paris-Soir gazetesi, bürosunu Lyon’a taşımıştır. Annemle babam Lyon’da evlenir. Gazetenin dizgicileri anneme bir demet menekşe hediye ederler. Annem Cezayir’e döndüğünde bir arkadaşına şöyle yazacaktır: “Hiç kuşku yok ki temkinsizlik ettik. Savaş yokmuş gibi davranmak istedik. Ve savaş bizi ayırdı.” İki yıl boyunca bildikleri tek bir şey vardır: hayattadırlar, hepsi bu.

Veremi nükseden babam Pannelier’de Chambon-sur-Lignon bölgesine yerleşmek zorunda kalır. Çevredeki çiftliklerde köylüler 5000 Yahudi çocuğu saklayıp kurtaracaktır. Direniş hareketi orada, çok yakındadır. Babam Direniş’e katılacaktır. Şöyle yazar: “İyice düşünüp taşındım ve dupduru bir zihinle hareket ettim, çünkü görevim buydu.” Henri Frenay’nin Combat hareketine girer. Hem Gallimard Yayınları’nda yeni kitap önerilerini okuyup değerlendirmektedir, hem de yeraltı gazetesinin başyazarlığını yürütmektedir. Müthiş riske girer. Épinay-sur-Orge doğumlu, Jacques ve Madeleine’den olma, makale yazarı “Albert Mathé” adına düzenlenmiş sahte evraklar taşır üstünde. Tutuklanan, toplama kamplarına gönderilen arkadaşları olur. Kimileri geri dönmez. İşte bu yüzden Direniş madalyasının kendisine verilmesini istemediğini söylerdi hep. Yine de nişan ona verildiğinde, Fransa Alman işgalinden kurtulduktan sonra bir gün, Combat gazetesine gelir ve Ravensbrück’e sürgün gönderilen bir hanım arkadaşına “Kim ihbar etti beni?” diye sorar.
1944’te babam Maria Casarès’le tanışır. Tiyatroda birlikte çalışırlar. Severler birbirlerini, insanı yiyip bitiren bir tutkuyla. Annem Cezayir’den Fransa’ya döndüğünde ne babam ne de annem bilir nasıl buluşacaklarını. André Gide babama Vaneau sokağında bir stüdyo daire kiralamıştır. Annem, “öyle soğuk olurdu ki parkenin çatlakları buz tutardı” diye anlatırdı bana. Annemle babam yine de buluşmuş olsalar gerek ki birkaç ay sonra, 1945 Eylülü’nde ikiz kardeşim Jean ve ben dünyaya gelmişiz. Hayat kolay değilmiş. Annem hamileyken iki bebek için yemek karnesi istemiş. “Gerek yok, biri ölebilir” diye yanıt vermişler. Annemle babamın kendilerine ait bir dairesi yokmuş. Paris’te ya da şehir dışında, arkadaşlarının evlerinde kalıyorlarmış. Michel Gallimard’ın evinde, emeklerken, İnsanlık Durumu’nu kemirmişiz. Hem de sıradan bir nüshayı değil, orijinalini! Babam 1946’da Amerika’ya uzun bir yolculuğa çıktığında kilolarca çikolata, şeker, un, pirinç ve yumurta tozu; 14 kilo sabun, 15 kilo da bebe maması getirmişti.
Babam kitaplarını, oyunlarını yazmaya devam eder. Maria da oyunculuğa. Beni ilgilendirmez bu, hayat işte. Ama evde, Maria aleyhinde tek bir söz duymadım. 1980’li yıllarda, annemin ölümünden sonra tanıştım onunla. Nice’teydim. Bir oyun oynuyordu orada. Tiyatroya not bıraktım. Birbirimize bir sürü şey anlattık. Güzel oldu biraraya gelişimiz. Son derece hayat dolu, sıcak, komik bir insandı. Çikolata yedik. Sigara içiyordu, korkunç öksürük krizlerine tutuluyordu. Bir sigarayı söndürür söndürmez yenisini yakıyordu. Babam ve o birbirlerine benziyorlardı. Ne olursa olsun, delice bir yaşama aşkı vardı her ikisinde de. İnsan katlanıyor. Ama kabulleniyor da.
Fransa’nın Alman işgalinden kurtulduğu sıralarda babam Sartre ve Beauvoir’la çok sık görüşür. Saint-Germain-des-Prés’de hep eğlence, hep dans, hep içki âlemleri vardır. Ama babam onların arasında hep biraz aykırı düştüğü izlenimini taşımıştır. Akdenizliydi, École normale’de okumamıştı, burjuva kökenli değildi. Sartre ona “sokak serserisi” dediğinde büsbütün yanlış sayılmazdı söylediği. Arkadaşı Camus’nün yanındayken kendisinin de alçaldığı duygusunu taşıyordu biraz. Beauvoir’a gelince, onun babama zaafı vardır, karşılık görmeyen. Bu gerçekten bir zaaf mıydı yoksa entelektüel bir merak mı? Bir erkeği tanımak için diyordu –Beauvoir’da bilimseldi her şey!– onunla yatmak gerek. Brassaï’nin şu fotoğrafına bakın: Babam Picasso’nun bir oyununu sahneye koymuştu: Kuyruğundan Yakalanan Arzu. Lacan, Cécile Éluard, Picasso, Valentine Hugo, Leiris’ler, Sartre ve Beauvoir var karede. Peki babam kime bakıyor? Köpeğe.
Yazmak, kendini yanlış anlaşılmaya ve anlaşılmamaya maruz bırakmak demektir. Bunu iyi biliyordu babam. Küçük bir kızdım ama çevresindeki saldırganlığı seziyordum. 1951’de Başkaldıran İnsan yapıtıyla bir tabuyu sarstı. O dönemde Sovyetler Birliği’ne dokunma hakkınız yoktu. Oysa herkes gulag’ın varolduğunu biliyordu. İyi bir amaç uğruna deniyordu. Susuluyordu. Babam konuşmaya karar vermişti. Bu da kimsenin hoşuna gitmiyordu. Bir gün –daha sonraları anladım ki Francis Jeanson’un Sartre’ın emriyle kitabı inanılmaz ölçüde sert eleştirdiği, Les Temps Modernes ile aralarındaki korkunç polemikten sonraymış– babamı salonda, alçak bir koltukta, başını eğmiş otururken buldum. “Üzgün müsün baba?” dedim ona. Başını kaldırdı, gözlerimin içine baktı ve “Hayır, yalnızım” diye yanıt verdi. Hiç unutmadım bunu. Öyle çileden çıkartıyordu ki bu durum beni! Benimleyken yalnız olamayacağını ona nasıl söylemeli, bilmiyordum.
1956’nın Ocak ayında, L’Express’te “Siviller İçin Ateşkes” başlıklı yazısını kaleme aldığında sadece yazmakla kalmadı. Her iki cepheden sivillerin korunmasını önermek üzere Cezayir’e gitti. Genel valilik önceden belirlenmiş salonda bulunmasını engelledi. Babam, aşırı uçların “Camus’ye ölüm!” diye bağırışları arasında toplantıyı Kazba’ya kaydırdı. İş bir kan gölünde sona erecek diye çok korktu. Camus’nün Cezayir hakkında hiçbir şey söylemediği iddiasında bulunmaya cüret edenleri düşünüyorum da! 1945’te, Setif katliamlarını ifşa ettiğinde de yapayalnız bırakılmıştı. Dolayısıyla babam, her sözcüğün şiddeti daha da artırdığını düşünmeye başladığı âna kadar yazmaya devam etti. FLN’nin (Milliyetçi Kurtuluş Cephesi) Messali Hacı yanlılarını tasfiye ettiğini biliyordu; tek partiyle ve devlet diniyle bir Cezayir kurulursa ilk kurbanların Cezayirliler olacağını da biliyordu. O zamandan beri olup bitenlere bakınca, belki de büsbütün yanılmadığı söylenebilir. 1960’tan itibaren hiçbir şey söylemediği bir gerçektir. Ama haklı bir gerekçesi vardı. Mezardaydı da ondan.
Büyükannem Nobel edebiyat ödülünden “İkramiyeni aldığın zaman...” diye söz ederdi... Babam yaşça biraz küçük buluyordu kendisini. “Şahsen ben Malraux’ya oy verirdim” derdi. O gün lisede herkes bana bir acayip bakmıştı. Bir arkadaşıma, elbisemin kenarı falan mı söküldü, yoksa tuhaf bir şeyim mi var diye sorunca güldü: “Paris-Match’a çıkmışsın!” Paris-Match bana bir şey ifade etmiyordu. Evde okunan bir dergi değildi. Olup bitenlerin farkına varamamıştım kesinlikle. Babam kardeşimle beni İsveç’e götürmek istemedi çünkü Nobel Akademisi’nin bizim yol masraflarımızı ödemesi için herhangi bir neden göremiyordu. Cor de Chasse’tan bir smokin kiraladı. Anneme de Balmain’in o çok güzel fildişi elbisesini hediye etti. Elbise hâlâ bende, sadece rengi biraz sarardı. Neyse, annemle babam bütün dünyanın bakışları altında Stockholm’e gittiler. Törende yaptığı konuşmayı, Cezayir’deki ilkokul öğretmeni Louis Germain’e ithaf etti babam.
Hiç mal mülk sahibi olmamış olan babam, uzun zaman civarda bir ev aradı. Yaklaşık yirmi kilometre ilerideki Isle-sur-la-Sorgue’a, arkadaşı René Char’ı görmeye çok sık giderdi. En sonunda 1958 yılında Lourmarin’deki bu eski çiftliği buldu. Babam eski eşya almaya bayılırdı. Annemle biz iki kardeş eve ilk geldiğimizde her yeri dayayıp döşemiş, mobilyaları, perdeleri, yatak örtülerini, hepsini yerleştirmişti. Hatta tencereleri ve süzgeçleri bile satın almıştı. Bir sürü tuhaf nesne vardı, bitpazarından gelme: azizlerden kalma eşyalar, kutsal ekmek kapları. Bayılmıştım. Bir odam vardı, babamın seçtiği güzel mobilyalarla döşeli. Tıpkı hediye paketi gibi bir ev.
[4 Ocak 1960’ta Yonne bölgesinde düz ve çorak bir yolda, Camus’nün arkadaşı Michel Gallimard’ın kullandığı Facel Vega marka araba bir çınara tosladı. Michel Gallimard ölümcül biçimde yaralandı. Albert Camus kaza yerinde can verdi. 46 yaşındaydı. Çantasında İlk Adamın bitmemiş elyazılı metni vardı, “bu kitabı asla okuyamayacak olan kişiye” yani annesine ithaf edilmişti yapıt.]
Odasında yazı takımı vardı. Babam ayakta yazardı, siyah ya da lacivert mürekkeple. Ama burada, bu taraçada, yere oturarak yazdı İlk Adam’ı. Serviye karşı. Servi hâlâ yerli yerinde.

Fransızcadan çeviren: Elif Gökteke


YKY Yayınları/ Kitap-lık Dergisi/ sayı 143'ten alınmıştır.